Kapıyı açar açmaz sizi kendi arasında konuşan binlerce insanın fısıldama ile karışık konuşma sesleri karşılıyor ve şaşırıyorsunuz. Kapıdan çıkıp tekrar bakıyorsunuz kütüphane yazıyor tabelada, ama içeride sanki şenlik var. Merakınıza yenik düşüp seslerin geldiği yöne devam ediyorsunuz ve sizi binlerce kitap karşılıyor. Yan yana dizilmişler ve hepsinin içindeki kadınlar ve adamlar hiç durmadan kendi hikayelerini anlatmanın derdine düşmüş. Kendinizi rahat bir koltuğa bırakıp büyülü ortama bırakmanızı öneriyorum. Dünyanın her coğrafyasından yazarlar, kendilerinden birer parça koparıp kitaplarının ana karakterlerine vermişler ve ortaya inanılmaz bir güzellik çıkmıştır. Kütüphaneciler ise bu güzelliklerin içinden okuyucuları için en iyi seçkileri bir araya getirmişler. Okuyuculara ise gelip bu şenlikte yer almak düşüyor.
Kütüphaneler normalde çok sessiz bildiğimiz, yürürken bile parmak uçlarında gitmek istediğimiz mekanlardır. Raflarında oturmuş sessiz çığlıklarıyla ortalığı inleten binlerce kitabın olduğu bir yerde ne kadar sessiz kalmalıyız sorusunu kendimize sormalıyız. Tabi çalışma ve okuma alanları dışında kalan alanlardan bahsediyoruz. Sorularıma devam ediyorum. Raflarında okurlarını bekleyen kitaplar sadece okunmak mı istiyorlar? Ya da kitapları okuyan bizler, okuduktan sonra kitaplar hakkında konuşmadan, onu tam olarak sindirmeden sıradaki kitaba mı geçmeliyiz? Kitabı sindirebilmek için etrafımızda aynı kitabı okumuş kişilerle üzerine biraz olsun sohbet etme ihtiyacı duyuyor muyuz? Son sorudan başlarsak etrafımızda birçok kitap kulübü kurulduğunu görüyoruz ya da duyuyoruz. Kitap kulüplerinde bir araya gelerek ortak okunan kitabın üzerine belki de saatlerce konuşuyoruz. Kitabın ana karakterini belki de yazarının düşünmediği açılardan ele alıyoruz. Uzun emeklerle ortaya çıkmış yazım ürünleri de bunu fazlasıyla hak etmiyor mu zaten? Kitabı sadece okumak yetmez. Zülfü Livaneli’nin Gölgeler kitabında dediği gibi “Canlılar kitap okumaz yaşayanlar okur, onlarında canlılardan bi beklentisi olmaz…”. Kitapların, onları yaşayanlardan beklentileri olmuştur.
Bir kütüphanenin rafları arasında dolanırken Gregor Samsa’nın dönüşümünün her evresini, Gogol’un Ölü Canlarında satılan ölmüş köle köylüleri, Orhan Pamuk’un Kafamda Bir Tuhaflık Romanında hayallerinin peşinde koşan Bozacı Mevlüt Karataş’ı, Saatleri Ayarlama Enstitüsü kurucusu Hayri İrdal’ı… dinlemeden gitmemelisiniz. Hatta oradaki okurlarla, arkadaşlarınızla kitaplar hakkında konuşmalısınız hem de hemen orada, rafların arasında. Sessiz kalmak gibi bir derdimiz orada olmamalı çünkü kitapların istediği bu değil. Okuyucusu ile hoş sohbet etmek için bekleyen yüzlerce binlerce kitap bekliyor raflarda. Nasıl Oyuncak Hikayesi filminde canlanıyorsa oyuncaklar birer birer, kitaplar da neden canlanmasın kütüphane raflarında?
İyi okumalar dostlar…